18 Haziran 2023

SEÇİMLER VE İKTİDAR


 Yirmi Bir Senenin Hızlandırılmış Resimli Kısa Hikâyesi .rar:


Cehenneme Giden Yolda Nasıl Taşlar Yerine Oturdu?





1. Havalı Giriş

Yüzleri eskimiş, palavraları ezberlenmiş, yeni bir numarası kalmamış ve ekonomik olarak gelinen noktada sorumluluğu olduğu düşünülen oyuncuların arasında, siyaset meydanına yeni bir soluk ve taze kan olarak havalı bir giriş yaptığında ortama, tüm gözler üzerine çevrilmişti.

Medyada, sokakta, kamusal alanlarda inanılmaz bir propaganda dönüyordu. Daha fazla demokrasi ve özgürlük vaatleriyle yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele için geliyordu.

Seçmenin yarıya yakının temsili olmayan mecliste, geçerli oyların yalnızca üçte biriyle üçte iki çoğunluğu sağlayarak tek başına iktidar olmayı başarmıştı katıldığı ilk seçimde.




2. Halkın Hakemliği

Avrupa Birliği yolunda emin adımlarla ilerlerken ivedilikle yapılması gereken bir dizi yapısal demokratik reform ile özgürlük alanlarının genişletilmesi, ekonomik ve politik istikrarın sağlanabilmesi maksadıyla yetki alanlarını genişleten daha güçlü ve kararlı, elbette sivil bir iktidar için halkın hakemliğine ilk başvurduğunda, toplam seçmenlerin üçte ikisinin katıldığı oylamada, yüzde yetmişe varan netlikte ezici bir zafer kazanmıştı.

Müreffeh toplumun bir ayağı demokratik ve özgürlükçü bir ortamın sağlanmasıyken diğer ayağı Neoliberal ekonomi politikalarının izlenmesini de gerekli kılıyordu. En azından iktidarın iddiası bu yöndeydi.

Sırf Müslüman olduğu için kendisine de çok çektiren ceberut devlet sönümlenmeden, statükocularla, vesayetçilerle hukuk ve halkın önünde, tabii ki adil bir şekilde -kesinlikle asla rövanşist duygularla değil- hesaplaşılmadan eli kolu bağlanıyordu.

Soğuk Savaş kafasıyla ABD’nin komünizm tehlikesiyle mücadele için NATO ülkelerindeki özel olarak yetiştirdiği ve örgütlediği yani bugünkü iktidarla kardeş olarak aynı kökenden gelen; vatan, millet masallarıyla şahsi çıkar karşılığında, büyük çoğunluğu bugün halen aydınlatılmamış vahşi cinayetleri, işkenceleri, kaybedilen insanları da bünyesinde barındıran organize suç sicilleri kabarık, karanlık insanlarla bugüne kadar bizzat düşman olarak mücadele ettiği onurlu, aydın, ilerici ve cumhuriyetin ilkelerine bağlı insanları aynı potada sahte deliller ve gizli tanıklar marifetiyle yargılarken, devletin sırları ele geçirilip ifşa ediliyordu ve bu durum bağırsak temizliği olarak adlandırılıyordu.

Referandumu takip eden yerel seçimlerde iktidarın oyları başlangıç düzeylerine kadar gerilemiş, elde ettiği yetkiye karşılık olarak halk kendince bir balans ayarı yapmıştı.

Bir sonraki hamlesi, elindeki gücü ve iktidarını pekiştirecek olan ancak 12 Eylül Faşist Darbesi ile hesaplaşarak yeni ve sivil bir anayasa gerekçesiyle halka yönelmek oldu.

Bu sefer Kürt Siyasi Hareketi ve solun bir bölümünün boykot kararı almış olmasına rağmen önceki referanduma kıyasla seçmenin katılımı yüzde altı küsür oranında artmıştı. Fakat muhalefetle arasındaki makas kapanmaya başlamış, bu defa yüzde altmışın altında bir destek bulmuştu.

 



3. İradesi

Takip eden genel seçimlerde ise geçerli oyların yarıya yakınını almasını bilmişti ama bu sonuç toplumdaki yarılmayı, kutuplaşmayı beraberinde getirirken gücünü ve etki alanını genişleten iktidarın da giderek otoriterleşmesine neden olmuştu.

Oysa milli iradenin tecelli ettiği, daha fazla demokrasi, güçlenen özgür yurttaşlarının karşısında olabildiğince pasif ve hepsine aynı mesafede duran adil bir devlet hedefleriyle pazarlanmıştı.

Baskılardan, ötekileştirilmeden, nefret dilinden, doğaya ve yaşam tarzlarına öfkeyle saldırılardan, saygısızlıklardan, keyfi uygulamalardan ve daha pek çok geçerli ve haklı sebeplerden ötürü canına tak ettiğinde ayağa kalkmıştı halk.

Bütünüyle barışçı yöntemlerle en demokratik haklarını meşru zeminde üstelik devletin orantısız gücüne, şiddetine, karşısındakiler düşmanıymışçasına saldırılarına karşı örgütsüz ve beklenmedik şekilde gelişen onurlu Gezi Direnişi ile bir ders vermişti.

Daha fazla ileri gidemeyeceği sınırları olduğunu, kendi alanına çekilmesi gerektiğini ve halkıyla zıtlaşmaması gerektiğini göstermişti iktidara.

Gururdu, şerefti, inanılmaz ve muhteşemdi. Dayanışma, neşe, zekâ, cesaret, kararlılık ve direnç ve maalesef matem ve acı. Bütün toplum tüm renkleriyle bir arada ve ilk defa yan yana gelmişti. Tabii bu Reis’in hiç hoşuna gitmedi, korktu, telaşlandı, üzüldü, öfkelendi. Asla affetmedi ve hiç unutamadı.




4. Paylaşmazlıklar

Senelerdir ilmek ilmek devletin önemli kurumlarına sızan, bu iktidarla birlikte kritik noktaları tutan ve doğru zamanı bekleyerek harekete geçen paydaşla egemenliğin ve iktidarın paylaşımı konusundaki anlaşmazlıkları biz ilk defa 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonları sayesinde ayan beyan görmüştük. Aralarından su sızmayan, bugüne dek birlikte yol yürüyen ortaklar arasında kan davası başlamıştı.

Cesur ve bir o kadar da tartışmalı ve su götürür Açılım yani Kürt Sorunu ve Çözüm Süreci tıkanıyordu. Geldiği konum itibariyle eli iyice güçlenen devlet, savaş konseptiyle barış dönemini yavaş yavaş noktalıyordu.

Tıpkı Ergenekon ve Balyoz’da olduğu gibi aynı taktik, gizli tanıklar ve sahte deliller marifetiyle seçilen kurbanları, kurunun yanında aynı torbada topluyordu. Toplumsal muhalefet güçleri de birlikte ve güçlü bir cepheyi örgütleyebilmek yerine dağınık vaziyette sıra kendisine gelene değin seyretmeyi seçmişti yine.

Dış politikada ise emperyalist rüyalarla NATO’nun gölgesinde fakat dengeleri gözeten, itibarlı ve tarafsız kalmaya özen gösteren barışçı anlayış; saldırgan, yayılmacı ve başka devletlerin iç işlerine müdahil olarak bölgedeki istikrarsızlardan taraf olarak kazanç sağlamayı amaçlayan ve Stratejik Derinlik, zirvedeki yalnızlık veya öfkeli gençler gibi addedilen doktrine tercih edilmişti.

Özellikle Suriye İç Savaşı’ndaki konumlanışı ve tutumu, ABD ve Rusya arasındaki salınımları, cihatçı çeteleri ülkede eğitip donatıp yardım göndermesi, tedavi etmesi, özgürce dolaşıp örgütlenme imkânı tanıması hatta bölgedeki Kürtler ile olan geliştirdiği ilişkilerinin yanı sıra AB’yi bana acil birkaç kuruş ateşleyin yoksa sığınmacıları üstünüze salarım, istila ettiririm şantajının iç politika, ekonomimiz, yaşam şartlarımız ve ülkeye geri dönüşleri ne yazık ki çok çok ağır oldu.



 

5. Seni Başkan

Tarihimizde ilk defa bir cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecekti, bir nevi referandumdu ve bugüne değin girdiği bütün seçimlerden birinci çıkan, seçim canavarı iktidarın en yüksek oranları yakaladığı ve en sevdiği oylama türü referandumdu. Seçilebilmek için yerel seçimlerde kırklara inen oyunu ellinin üzerine taşıması gerekiyordu.

Bugüne değin cumhurbaşkanlığı makamı sembolikti ve parlamento tarafından belirleniyordu. Ana muhalefet partisi ortak bir çatı aday için küçük ortağına danıştı. Onun yönlendirmesiyle uygun bulduğu muhafazakâr ve milli hassasiyetleri olan, İslam Camiası’nın uluslararası akademik arenasında bilinen, saygı duyulan lâkin memleketin tanımadığı, siyaset üstü bir şahsiyeti makama uygun gördü.

Ama asıl çıkışı bangır bangır “Seni başkan yaptırmayacağız!” diyen Selahattin Demirtaş yaptı. Katılımın düşük kaldığı seçimlerin sonucundaysa ilk turda yüzde elliyi geçen Reis ipi göğüslemişti.




6. Bunu Saymam

Reis bir seçimde ilk defa partisinin başında değildi ve daha yeni cumhurbaşkanı seçilmişti. Toplumumuzsa birbirinden gittikçe uzaklaşmış ve iki ayrı kampa bölünmüştü.

HDP bu sefer bağımsız adaylar yerine parti olarak ülke çapında seçimlere girme kararı almıştı. Ülke barajını geçmesi halinde meclis aritmetiğini muhalefet lehine doğrudan etkileyecekti.

Flash TV Mahmut Tuncer Show eşliğinde altta akan banttan sonuçların takip edildiği seçimde, tek başına meclis çoğunluğu ve iktidar yeterliliğini kaybetmiş AKP cephesinde moraller bozuk, hesaplar altüst olmuştu. Ama belki de faşistler, AKP’den bile çok üzülmüş, köpürmüştü.

Halkımız güven oyu verdiği iktidarı, parlamento seçimlerinde yüzde kırklara kadar düşürerek demokrasimize yine bir balans ayarı çekmeyi uygun görmüştü. Öte yandan dağınık ve parçalı yapıdaki muhalefeti birlikte ve ortak geliştirilecek bir mücadele zeminine davet ediyordu.

Sonuçlar beğenilmeyince apar topar bir seçim kararı daha alınmıştı. Arada geçen kısa süre içerisinde kapkaranlık günler yaşandı. Şiddetin dozu artmış, terör eylemleri ve savaş koşullarında ölümlerle acılarla korku imparatorluğu yaratılmıştı.

MHP rolünden sıkılarak muhalefetten vazgeçmiş ve zor günlerinde iktidara destek olmayı seçmişti. Oyları yükseldiği ve tek başına hükümet edebileceği içinse iktidar mutluydu.




7. Darbe

İktidarı paylaşamadıklarından araları açılan AKP & Gülen ortaklığı bitmiş, egemenlik savaşı ayyuka çıkmıştı. Beraber yürüdükleri bu yollarda gün gelip ayrı düşmüşler, kan davalı düşman kardeşler olmuşlardı.

Eski dostu bir gün tankla gelince ve muvaffak olamayınca halkın bir bölümü ile gücün, güçlünün yanında durmayı sevenler hep birlikte ulusal egemenliğimize, demokrasiye ve Reis’e sahip çıkmak için tek yürek olmuştu.

Görünürde bir şeyler oluyor gibiydi ama halen pek çok karanlık noktayı barındıran, kafa karıştırıcı ve kötü kokular gelen süreç aydınlatılmamış hatta sanki bir şekilde üstü bile örtülmüştü.

OHAL ve KHKler ile fırsat bu fırsat, hazır eli değmişken solcular ve Kürtler’in üzerindeki baskılar artırılıyordu. Darbeci örgütün ise en dış çemberindeki, herhangi bir karar alma mekanizması yahut uygulama süreçlerinde bulunmayan ve istese bile darbe teşebbüsünde bulunamayacak zayıf halkalar kamusal hayattan eleniyor, gömlek değiştirip itirafçı olanlar devşiriliyor ve güçlü olanlar bir şekilde kendilerini kurtarıyordu.

Cadı avına dönüşen bu durum, iktidarın dozunu artırdığı güvenlikçi politikalar adıyla antidemokratik ve baskıcı uygulamalarına meşruiyet kazandırırken diğer yandan yeni bir kazanç kapısı ve borsaya dönüşmüştü.




8. Refere

Sınırsız güç ve mutlak iktidar açlığı doyuma ulaşamıyordu. Bir türlü tam olarak istediğini elde edemiyor, elindekiyle de yetinemiyordu. Öte yandan izlediği ayrımcı ve düşmanlaştırıcı politikalar nedeniyle de kutuplaşan toplumda gereken rıza inşası için kendinden uzaklaştırdığı, dışladığı ve duvar ördüğü kitlelere ulaşamıyordu.

Bıçak sırtı durumda, iktidar alanını genişletebilmek için bir kere daha halkın rızasını istiyordu ancak buraya kadar getirdikten sonra işini şansa bırakamazdı, vazgeçemez, geri dönemezdi. Ne olursa olsun kazanması gerekliydi.

Demokratik parlamenter sistemi, hayallerini süsleyen otokratik tek adam rejimiyle değiştirerek gelecek olan başkanlık sistemiyle mutlak güç ve mutlak iktidarı tekeline alabilecek, tüm kural, yasa, kurum ve iradelerin üzerinde mutlak irade olarak taçlandıracaktı.

Bu defa muhalefet blok halinde otoriter yönetimin karşısında demokrasi tarafında duruyordu. Ayrım keskinleşmiş, saflar netleşmişti.

Mühürsüz pusulalar, toplu kullanılan oylar, OHAL koşulları ve seçim güvenliğini bozan, halkın iradesine yapılan ve sonucu ciddi derecede etkileyebilecek sürüyle vahim iddianın gölgelediği sonuçları şaibeli bulan, sandıklara sahip çıkan, verdikleri oyların peşini bırakmayan toplumsal muhalefetin çabalarına rağmen ana muhalefet partisi gerektiği gibi olayın üzerine gidip tüm hukuki ve demokratik haklarını kullanmak yerine onları yalnız ve ortada bırakmıştı.

Anlaşıldığı kadarıyla halkın iradesine sahip çıkamamış, haklarını savunamamışlardı çünkü bunların önünü alabilecek örgütlülüğe ve arkasında durabilecek yeterli veriye sahip değillerdi. Resmî sonuçlara göre kıl payı da olsa Reis istediğini almıştı.




9. Adam Kaybeldi

Polarize toplumda seçmenin yarısını bir arada tutabilmek hele ki güçlendikçe güçleştiren yılların iktidar partisi için dahi zordu. Yeni güncellemeye göre siyasi partiler artık ittifak halinde seçimlere girebileceklerdi. Muhalefet cephesinde ise halk yıllardan beri iktidarı hedefleyen bütünlüklü bir alternatif görmek istiyordu.

Artık eskisi gibi sembolik ve pasif bir makam olmayan cumhurbaşkanlığı içinse kitlenin kabul edebileceği, kendisini temsil edebilecek adaylar görmek istiyordu. Eğer muhafazakâr veya mevcut iktidarın bir benzerini isteselerdi zaten taklidi yerine aslını tercih ederlerdi. Bu durum geçen defa olduğu gibi seçmeni sandığa küstürebilirdi.

Bu şartlar altında muhalefet öncelikle iktidar kanadından kopardığı oylarla seçimi ikinci tura taşıyacak ardından parlamento seçimlerinde olduğu gibi en yüksek oyu almış olan adayın etrafında bir araya geleceklerdi. Selahattin Demirtaş yarışmaya Edirne Cezaevi’nden katılıyordu.

Dinsizin hakkından imansız gelir hesabı muhalefetin adaylarından önde görünen isim; popülerliği olan, inatçı, hırslı, altta kalmayan ve özgüvenli bir profil çizen aynı zamanda etrafında topladığı büyük kalabalıkları coşturup harekete geçirebilen, insanları her şeye rağmen tekrar haylandırıp hayaller kurduran birisiydi.

Hatalarından ders çıkaran muhalefet bu kez daha kararlı ve gözü pekti. Bu sefer çok iyi hazırlanmıştı, her şey tamamdı. Popülist İnce sabahtan cüppeleriyle birlikte avukatları YSK önüne yığmıştı bile.

Oy verme işlemi tamamlanmış, sayım döküm işlemlerine geçilmiş, yasaklar kalkmış ve ilk sonuçlar gelmeye başlamıştı. Yine tedirgin edici seçim güvenliği ihlalleriyle ilgili haberler, cansiperane bir şekilde verilen oyların başında tutulan nöbetler, nefes kesen, heyecan dozu yüksek, gerilim dolu saatler. Ama o da ne? Muharrem Bey ortadan kaybolmuştu.

Halk bir kez daha yarı yolda ve ortada bırakılmış, makus talihine terk edilmişti. Sonrasında kendisinin dediğine göre asıl yalnız bırakılan halk değil kendisiymiş. Komploya kurban gitmiş ve yine çok az bir farkla da olsa ilk turda “adam kazandı” diye mesajlamıştı telefondan.









10. Mahalli

Paylaşılamayan iktidarın bozduğu ortaklık neticesinde kılıçlar çekilip savaş ilan edilince, gelinen noktada bizzat Reis tarafından konulan Metal Yorgunluğu tanısı gereği yaklaşan seçimler öncesinde üzeri çizilen isimler değiştirilmiş, vitrin yenilenmişti.

Merkezi yönetim güçlendikçe seçmen hizmet alabilmek, mağdur edilmemek için iktidara doğru bir yönelim gösteriyordu. Nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri yıllardır elinde olmasına karşın genel toplamda yüzde kırk beşi bulamamıştı.

Mansur Yavaş CHP’nin adayı olmak şartıyla önceki dönemde hileyle elinden aldığını düşündüğü başkanlık için rövanş maçına çıkmayı kabul ediyordu.

Ve gözler İstanbul’daydı. Bugüne kadar Reis’in bir dediğini iki etmeyip verdiği bütün zorlu görevleri kabul eden eski dostu Binali Yıldırım’ın karşısında kimse kalmamış gibi kamuoyunda önce çıkan isim Muharrem İnce’ydi.

Hizmetleri hemşerileri tarafından takdir edilse de yönettiği ilçe dışında pek de bilinmeyen, adı sanı duyulmamış bir delikanlı, şaşırtıcı biçimde uygun görülmüştü. Klasik CHPli stereotipine uymayan, insanlara dokunarak onlarla doğrudan ve hemzemin ilişkiler geliştiren, girişken, samimiyetiyle gönülleri; azmi, çalışkanlığı ve enerjisiyle yönetimi kazanmaya kararlı bir Karadeniz Uşağı’ydı. Yöneltilen tüm saldırıları ve karalamaları, olanca gücüyle üzerine çullanan iktidarı, bütün dezavantajları avantaja çevirerek kazançlı çıkan acayip bir adamdı. Sanki değil Binali Yıldırım, binlercesi gelse dinamizmi karşısında yorgun ve yaşlı kalırdı.

Ayrıca devrimci disiplini ve çalışkanlığına sahip Canan Kaftancıoğlu il örgütünün başındaydı, herhangi bir usulsüzlük veya haksızlığa mahal vermemiş, göz açtırmamıştı. Bu defa atı alan Üsküdar’ı geçememişti. Büyük emek ve fedakarlıklarla çabalar heba olmamış, halkın ümitlerinin hüsrana dönüşmesine müsaade edilmemişti.

HDP oylarını yükselterek kayyımlarla el değiştiren belediyelerini geri alırken, büyükşehirlerde aday çıkarmayıp AKP-MHP iktidar bloku karşısında demokrasi güçlerini destekleme kararı almıştı. Ne var ki kayyımlar tekrarlanmış, seçimlerle kazanmış olduğu belediyeler yine elinden alınmıştı.

Önceki dönem solun yaptığı ittifakla TKP adayı olarak seçilen ve Ovacık’ta yaptığı örnek teşkil eden belediyecilikle dikkatleri üzerine çeken SMFli Maçoğlu, bu sefer de girdiği sandıktan Dersim Belediye Başkanı olarak çıkmasını bilmişti.

Mevcut iktidar yerel seçimlerde bugüne kadarki en yüksek oranı yakalamış dahi olsa ABB ve Reis’in aşkla sevdiği İBB ile genel olarak büyükşehirlerdeki başarının altında kalmıştı. Ancak bir şans verip denemek isteyen halk, belediye meclislerinde çoğunluğu iktidara vererek yine bir ince ayar çekmişti.

Gerekçesi tam olarak anlaşılamayan bir kararla tekrarlanan seçimlerde ise Ekrem İmamoğlu aradaki farkı açarak zaferini perçinlemişti. Psikolojik üstünlük muhalefete geçmişti.




11. Mola

Güçlü, sivil iktidarı vasıtasıyla ekonomik ve politik istikrar ile büyüme, demokratik toplumun müreffeh ve özgür yurttaşları olmamız gerekirken her alanda kırılgan, ayrışmış, baskı altında hisseden ve dara düşen insanlara dönüşmüştük.

Ekonomimiz iyiye gitmiyordu ya siyasi istikrar için de günaşırı sandığa gitmekten seçim kanunlarını ezberlemiş, seçim güvenliğini sağlayabilmek için perişan olmuş, üzerine bir de defalarca terk edilip yalnız bırakılmıştı halk. İşkenceye dönüşen demokrasi şölenlerinden, sonu hüsranla biten ümitlerden, boş hayallerden bezmiş, seçim maratonunu koşmaktan yorulmuştu.

Yaşadığımız dünyadan, özellikle muasır medeniyetlerden gittikçe uzaklaşıp içedönük, depresif bir hal alsak da onu sarıp sarmalayan, kasıp kavuran, küresel ölçekli salgından biz de nasibimizi almıştık. Devletimiz var olsun, beş tane maskeyi dağıtamamıştı yurttaşına. Olağanüstü pandemi koşulları nedeniyle maddi zarara uğrayanları ise ileriye dönük olarak borçlandırmıştı.

Ama tüm süreç boyunca kelle koltukta, kendi canlarını, sağlıklarını tehlikeye atarak, hiçe sayarak insanüstü özveri gösteren kahraman sağlık emekçilerinin tam da söyledikleri gibi haklarını ödeyememişlerdi

Eğitim kesintiye uğramış, fırsat eşitsizliği gizlenemez olmuştu. Korunmak için sokağa çıkma yasakları yurt çapında, bilhassa büyükşehirlerde ve risk grubundaki çocuk ve ileri yaşlı yurttaşlar için uygulandı. Fakat çarklar duramaz, üretim kesintiye uğratılamazdı. Yani mecburi olarak farklı insanlarla etkileşimde olan, kalabalık ve kapalı alanlarda vakit geçirirken hastalığa yakalanma ve yaygınlaştırma olasılığı artan, toplumun özellikle büyükşehirlerde yaşayan ve ezici çoğunluğunu oluşturan, aldığı hastalığı evdeki yaşlıya, çocuğa getirip bulaştıran İşçi Sınıfı kapsam dışındaydı ve pandemide Covid’e yakalanmak sağlık emekçileri için dahi meslek hastalığı sayılmıyordu.




12. Sathı Mail

Günden güne yaşam koşulları ağırlaşırken her şeye kötüye gidiyordu. Dünyanın ucuz işgücü cennetlerinden birine dönüşmüşken, uyuşturucu tacirlerinin arka bahçesi, uluslararası suç organizasyonlarının cirit attığı, mafyanın at koşturduğu, aklanan kara paranın kayıt dışı ticaret merkezi konumunda bolluk bereket içinde bir dünyayla beraber ortalama ücrete dönüşen asgari ücret, açlık sınırının dahi altında kalıyordu. Dolar karşısında değer kaybeden paramız gibi hızına yetişilemeyen hayat pahalılığı karşısında da elde avuçta ne varsa eriyip gidiyordu.

Bırakın yeterli beslenmeyi çocukların çoğunun karnı doymuyordu ve bu milletin içinden, yokluktan, yoksulluktan geldiğini söyleyen bir avuç kan emici asalak, komşuları açken tok yatmaktan utanmıyordu. Tarih derslerinde anlatıldığı gibi halk ağır vergiler altında ve fakruzaruret içinde ezilirken, onlarla bağı olmayanlar sarayda saltanat sürüyordu zevküsefa içinde. Dar ve kapalı bir zümre servetlerine servet katarken, geniş halk kesimleri açlığa ve yoksulluğa mahkûm ediliyor, varsıl ve yoksul arasındaki makas açılıyor, aradaki fark uçuruma dönüşüyordu.

Güven duymamız gereken kurumlar tepeden tırnağa yolsuzluğa bulanmış, dejenere, pislik içinde, nepotik ilişkiler ağıyla rüşvetçiler tarafından ele geçirilmiş, tezgahını kurmuş, iş bilmez, halden anlamaz ve halkın içinden olmayanlar tarafından işgal edilmişti.

Daha güçlü iktidarın daha fazla özgürlük getirmediği gibi düşük faiz de düşük enflasyon sonucunun sebebi olmuyordu. Devletin de kaynakları kurutulmuş elinde müdahale edebileceği bir gücü kalmamıştı. Sürdürülemezdi, böyle gitmeyeceği aşikardı. Herkes için daha zorlu ve karanlık günler kapıdaydı.

Ortaya çıkalı beri merkezine yerleşerek domine ettiği siyaset arenasını dizayn etmiş ve uzun ömrünün geldiği noktasına sınırlarına erişmişti. Oysa sınırsız güç istenci ve doymak bilmez iştahını karşılayabilmesi ile sırf varlığını devam ettirebilmek için bile büyümeye ve genişlemeye ihtiyacı vardı.

İçinde bulunduğu koşulların doğal sonucu olarak sıkıştığı alandan ancak toplumun makul çoğunluğundan uzaktaki marjinal azınlıklara yönelerek kurtulabilirdi.




13. Mail Hattı

Mutlak gücü tekeline almış mutlak iktidar sahibi otokrat bir tek adamın rejiminde bütün temel hak ve özgürlükler tartışmaya açılıyor, kısıtlanıyor veya tümden engelleniyordu.

Erkeğin egemenliğindeki kamusal alanlardan iz bırakmadan kazınmak istenen ve yalnızca özel alanlara hapsedilmiş atanan rollerini yerine getirmesi beklenen kadınların kimliği üzerinden bu çağa ve gezegene ait olmayan, kabul edilemez gündemler ve tartışmalar açılıyordu. Kadınlar ki ne azınlık ne de dezavantajlı gruplardandı.

Sanki açık kimlikleriyle gizlenmeden, olması gerektiği gibi kendilerini yaşayabiliyorlar, çalışma yaşamından, toplumsal hayattan soyutlanmıyorlar, ölüm, tehdit, psikolojik ve fiziksel işkencelere, şiddete, ayrımcı ve kötü muamelelere maruz kalmıyorlarmış ve hedef gösterilip toplumun önüne atılarak şeytanlaştırılmıyorlarmış gibi kafayı bir de sanki örgütlü, kitlesel ve sistematik olarak ahlakı bozdukları, gençleri kötü yola teşvik ettikleri gerekçesiyle aslında sorunlarını çözmesi gerektiği LGBTİ+ komünitesine takmıştı.

Ama devlet temel görevi olarak ne erkek şiddetinin önüne geçilebiliyordu ne çocuklar sapıklardan korunabiliyordu ne de yurttaşların temel hakları olan huzurlu ve güvenli ortam sağlanabiliyor, ellerinde olmayan dezavantajlarının yarattığı eşitsizlikler gideriliyordu.

Bir tarafta yatırım aracı olarak emlak zenginleri ve boş konutlar diğer tarafta ömür boyu çalışsa dahi başını sokacak bir eve sahip olamayacak insanlar, fahiş kiralarla deprem güvensiz mezar evlerde, insan onuruna yakışmayacak koşullarda, plansız, çarpık, doğayla uyumsuz, zevksiz ve çirkin kentlerde barınma sorunu yaşıyordu. 

Hrant Dink güpegündüz, sokak ortasında, çalıştığı yerin önünde ve maalesef bir çocuk tarafından hem de ülkenin en büyük şehrinin nezih bir bölgesinde, devletin bilgisi ve gözetimi dahilinde bir suikast operasyonu sonucunda öldürüldüğünde; bu iktidar en demokratik ve özgürlükçü dönemini yaşıyordu ve ülkemiz AB üyeliği yolundan, Ortadoğu Bataklığı’na doğru ayrılmamıştı henüz.




14. Yürüyüş

Mevcut iktidar ömrünün son demlerinde kalan süresini uzatmak için sağa çekip kaçınılmaz bir şekilde onu bekleyen nihai sona yaklaşırken, ana muhalefet de merkezde oluşacak boşluğa alternatif olarak etrafına topladığı, bu zamana dek bir şekilde iktidarla yan yana gelip yol yürümüş ancak sonunda ayrı düşmüş, önceden de iş birliği içinde bulunduğu köklü geleneklerden gelen partilerle birlikte Türkiye Sağı’na solculuk öğretiyordu.

Belirli bir program çerçevesinde bir araya gelerek yetkin ve özverili kadrolarla sıkı bir ekip çalışması sonucunda ortaya çıkan ilke ve değerlerin savunulması, somut ve acil atılacak adımlarla süratle giderilecek yakıcı sorunlara çözüm önerilmesi, kişilerin öne çıkarılacağı bir sidik yarışından yeğ ve olumluydu. Durum güncel politikanın bir yere varmayan kısır tartışmalarına, popülizme, hamasete ve isimlere kurban edilemeyecek kadar ciddiydi ve kaybedilecek bir saniye dahi kalmamıştı.

Ankara’dan İstanbul istikametine doğru çıktığı yolculuğu bir adımla başlamıştı. Herkesin bir şekliyle karşılaştığı haksızlıklar karşısındaki hakkı, talebi ve özlemi adaletti. Toplumumuzun adalet duygusu sayısız kez ve çeşitte zedelenmiş, adalete dair inancını yitirmişti. Cumartesi Anneleri yıllardır sessizce adaleti arıyordu, atanamayanlar da EYTliler de Barış Akademisyenleri de KHKliler de. Soma, Çorlu, Suruç, Ankara, Roboski gibi Sur ile İstanbul da arıyordu. Gezi Direnişi ve niceleri de.

Tarafsız bir gözlemcinin terazisinde tartılmayınca herkes kendi adaletini uygulamaya çalışır sonucunda güçlü olanın baskın çıktığı, zayıfın, masumun, bireyin, mazlumun karşısında otoritenin elinde sallanan bir kılıçtan ibaret olurdu.

Anayasa’ya aykırı ama evet demenin bedeli ağırdı ve bu ağırlık yalnızca sunanlarla onaylayanlar arasında değil hepimizin omuzlarına yüklenmişti. Tüm kural, kanun ve denetimin üzerindeki muktedir olan mutlak iradeye giden yolda önemli bir aşamaydı. Ama Kılıçdaroğlu çıktığı bu yolculukta, adalete susamış toplumun farklı ve geniş kesimlerinden destek bulmuş, ses getirmiş ve asla yalnız yürümemişti.

Geçmişin hatalarından ders çıkaran, bölünmüş toplumu yeniden bir masa etrafında, Halil İbrahim Sofrası’nda ve omuz hizasında yan yana getirebilecek sabır, azim ve bilgelikteki son derece kıymetli ve samimi bir çabanın içerisindeydi. Ülkenin kurucusu, bu iktidar döneminin daimî ana muhalefeti CHP’nin genel başkanı olarak bu yola çıkmıştı.

Yılmadan yeni ve farklı şeylerle denemeye ve öğrenmeye devam ettiği sürecin sonunda iyice pişmiş, olgunlaşmıştı. Artık genişletip Türkiye Sofrası’na dönüştürmek istediği ittifakın oyun kurucusu ve cumhurbaşkanı adayı olarak iktidarın karşısına dikilmişti.




15. Asrın Felaketi

Seçim tarihi ilan edilmiş, takvim işlemeye başlamıştı ki Cumhuriyet Tarihi’nin en büyük felaketine dönüşen deprem afeti yaşandı. İmar Barışları, ticari faaliyetler, yaşam ve bilimi hiçe sayıp umursamadan sırtını dönen, kulak tıkayan; muktedir olduğundan doğa kanunlarından da azade olduğunu zanneden, kaderci ve doymak bilmez sermayenin saldırgan rant arzuları, tepeden tırnağa yolsuzluğa bulanmış ve yozlaşmış kurumlar ile insanları; bizlere sel felaketlerinde de olduğu gibi bir kez daha gösterdi ki kurallar, kanunlar, yönetmelikler, tecrübe, bilgi, teknik, yetki ve sorumluluk yalanmış. Canın ve yaşamın paranın karşısında bir değeri yokmuş.

Olan olduktan sonraki süreçlerde de bu tip durumlar için hazır ve var olan kurumlardan yapması beklenen, yalnızca koordineli ve örgütlü bir şekilde ivedilikle müdahale etmeyi becerebilmesi yani sadece görevini icra etmesiydi. Kimsesizlerin kimsesi olması gereken devletin zafiyetini gidermek, yaraları sarabilmek için tüm halk, muazzam bir dayanışma örneği göstererek seferber olmuştu. GSM şebekeleri çökmüştü ve soğuktan donmadan bir an önce enkazdan çıkarılmayı bekleyen insanların seslerini duyurmaya çalıştığı Twitter da kapatıldı. Daha da kötüsü diri diri onlara, kendi selaları dinletildi.

Karayolları ve havaalanları çökmüş, hastaneleri, okulları yıkılmış, afetzedelerin yardımına koşamamışken resmî görevliler, vazifelerinden artırdıkları zamanlarında her şey kontrol altındaymış izlenimi vererek görüntüyü kurtarmaya çalışırken bir yandan da hükümet propagandası yapıyor ve maalesef yurttaşları birbirinden ayrı gruplar olarak değerlendiriyordu. Neyse ki en azından halkımız, halkımızın yanındaydı.




16. Geri Sayım

Keyfi ve akıldışı ekonomi politikaları sonucu değeri kalmayan TL, derinleşen kriz karşısında eriyen ücretler, açlığa mahkûm edilmiş günden güne yoksullaşan halk, otoriter ve antidemokratik uygulamalarıyla baskılarla korku imparatorluğuyla yurttaşların temel hak ve hürriyetlerini kısıtlayan bol varaklı bir ortamda üzerine felakete dönüşen bir afetle seçim gününe geri sayım başlamıştı.

Bu şartlar altında acilen iktidarın değişmesi gerekliliğini saptayan sol, zaman yitirmeden birinci turda bu işi bitirebilmek adına Millet İttifakı adayı Bay Kemal’i hiçbir pazarlığa tabi olmadan, karşılıksız, ilkesel ve gönüllü olarak destekleme kararı aldı ve arkasında durdu. Ortak mücadele zeminlerinde ve asgari müştereklerde bile uzlaşıp bir araya gelemeyen hatta Kürtler ile yan yana gelmekten utanan, imtina eden solun bir kısmını bile adaylığında birleştirebilmişti.

Kısa vadede, bu ülkede solun, makul çoğunluğa hitap ederek iktidara gelme ihtimali sosyal demokrat bir adayla daha olasıydı ayrıca hiçbir zaman yolsuzluğa bulaşmamış, demokrasiden ayrılmamış örnek bir devlet adamı ve politikacıydı. Şüphesiz gelecek uzun sürerdi, bu ancak ileri doğru atılmış bir adım, mücadelenin bir an evvel geride bırakılıp hızla devam edilmesi gereken bir uğrağıydı.

İzinsiz ve yasadışı şekilde özel görüntüleri kaydedilip kamuoyuna servis edilen ve ileri yaşı ile iyi durumda olmayan genel sağlık haline karşın ölene dek mebusluğu bırakmayan ve maalesef uçkuruna sahip çıkamamış genel başkanın yerine geldiğinde, yolsuzluklar üzerine yaptığı çalışmalarla karşısına çıkanı çiğ çiğ ancak nezaketi de elden bırakmadan ve sinir bozucu bir sakinlikle yemesiyle korku ve nam salmıştı.

Halkıyla ve hakikatle bağı kalmamış kaldı ki böyle bir gereksinim de duymayan, köşeleri tutmuş, değişime konum ve imtiyazlarını kaybedecekleri için karşı, iktidar hedefi olmayan, parti içindeki politikanın kaşar oligarklarını üzmüştü.

Partiye 12 Eylül Türk-İslam Sentezi ideolojinin ürünü olmadığını, kökenlerinin Kurtuluş Savaşı’na kadar dayandığını ve asri macerasında solda olduğunu, sosyal demokrat olduğunu, NATO’nun, kontrgerillanın veya devletin müesses nizamının güdümünde olmadığını hatırlatırken, ürettiği politikalar ve tercihleriyle de sağcılık yarıştırıyor olması en tartışmalı ve eleştirilen yanıydı. 

Halkın yararına, ilerici ve müspet adımları, kazanımları sahiplenmek kolaydı ancak bunca zamandır bir şekilde çözümlenememiş ve üstü örtülen, kronikleşmiş, yapısal, yakıcı ve belirleyici sorunların, yapılan tüm yanlışların, önyargıların hatta haksızlıkların da muhatabıydı. Zaten ağzıyla kuş tutsa kimseye yaranamayacakken, memleket sağın uzun süreli ve saldırgan dominasyonu yüzünden geri dönülemez hasarlar almaya, ayarları bozulmaya devam ederken, halkın, insanlığın, doğanın ve yaşamın sola ihtiyacı varken ve insanlar aslı varken taklidini niye tercih etsindi? Kimse sen pizza değilsin, herkesi memnun edemezsin dememiş miydi acaba?

Mutlak iradenin sahibi muktedir tek adam rejimini uzlaşma, hoşgörü, iletişim, empati, dayanışma, barış ve sevgi panzehriyle tek başına alt edemeyeceği gerçekti. Ne güzel etrafında toplamayı başarabildiği hepsi tepeden tırnağa sağcı müttefiklerine solculuk da öğretiyordu, demokrasi kültürü de. Ama sağcılığı da işinin ehli olanlara, onlara bıraksaydı da beceremediği ve başarısız olduğu bu alana hiç bulaşmasaydı sanki daha iyi olmaz mıydı?




17. Demokrasi Şöleni

İşine gelmeyince oyun sürerken dahi kuralları değiştiren, kendi koyduğu kurallara bile riayet etmeyen, bütün gücü ve denetimi mutlak olarak tekeline almış, kontrol edilemez, nesnel ve evrensel normları, hukuku tanımayan, saymayan, devletin, özel sektörün ve medyanın kontrolünü elinde bulunduran bir iktidarın karşısında olağanüstü koşullarda, iktidarın istediği ve işine geldiği şartlarda seçime gidilmesine tek bir ciddi itiraz dahi yükselmedi. Ne diploma sorunu ne dönem kuralı ne tarihi ve seçim kanunu, iktidara sadakatle bağlı kurumların hiçbiri önemsenmedi.

Durum sürdürülemez bir hal aldığından, değişim zaruretinden ve halkın da bu yöndeki arzusuna, sağduyusuna güveniliyordu.

Nasıl ki Kürt Demokratik Hareketi bugüne kadar önüne çıkan engelleri aşma konusunda epey deneyim sahibiyse tam bir seçim canavarı olan Reis de kaçın kurasıydı, öyle kolay mıydı bir kere?

Popüler olarak ABD seçimlerinde yapıldığı iddia edildiği gibi yolun sonuna gelmiş, yeni bir numarası ve anlatacak bir hikayesi kalmayan iktidarın, yükselen ve derli toplu muhalefetin karşında yapabileceği şey kazanamadığı seçimi rakibine kaybettirmekti.

Eşitsiz ve elinin altındaki tüm imkanları seferber ettiği düpedüz yalan ve iftiraya dayanan kara propaganda makinesi faaliyete geçti. Kızılay çadırı gibi dağıtılan vatandaşlıklar da -ki Kızılay da çadırlarını ücreti mukabilinden dağıtıyordu- belirleyici olacaktı ama muhalefetin bu konuda da bir hazırlığı ve çalışması yoktu.

Bunun yanı sıra iktidardan bezmiş ancak muhalefete de ölse oy vermeyecek insanlar için Cumhur paketine biri muhafazakâr diğeri milliyetçi olmak üzere iki parti ismi daha eklenmişti. Elbet bununla sınırlı değildi, yeterli olmazdı. Bir de iktidardan ümidini kesmiş uzaklaşmış insanları muhalefetten de uzak tutmak gerekmekteydi. İktidardan çok muhalefete sallayan, iktidarla aynı dili konuşup tepki oylarını kendine toplamak amacıyla ağzından vatan, millet, Atatürk düşmeyen, üçüncü yolu öneren aktörler de bu tabloya katıldı.

Şoven, hamasi ve popülist söylemlerle ırkçı ifadelerde bulunarak nefret suçu işleyen, politikayı anlamsız ve gerçekdışı safsatalara hapseden demagoglar; insanları sorunlar ve hakikatten uzaklaştırarak hassasiyetlerinin istismarıyla muhalefet cephesinden de koparmaya çalışıyordu. Bir yanda yaratılan korku iklimi, ses çıkaranların ve çıkarabilecek olanların susturulması, tutsak edilmesi bir yanda mahalle delilerinin kanaat önderi olarak sunulduğu toplumda bilgisi, deneyimi ve kafası çalışan, alaylı dahi olsa mücadele içinde eğitimlilerin itibarsızlaştırılması diğer yanda sistematik olarak yirmi senedir halkın gerçeklerden, bilgiden ve hakkı olan bilimsel eğitimden uzak tutulup hurafelerle, komplo teorileriyle beyninin yıkanması, düzenli olarak yalana maruz kalmasının doğal sonucu olarak entelektüel dünyayla arasındaki makasın açılması ve kahvehane düzeyi analizleriyle deli saçması, ilgi çekmeye çalışan şımarık, tutarsız davranışları, kendini Jakoben, Jön Türk filan zannedenlerin politik alanı dizayn etmeye soyunması gibi utanç verici etkenler biraz hafife alınmıştı.

Burada bizim deli zannettiğimiz Sarıgül Faktörü ortaya çıktı. Toplumun en geniş kesimlerinin dikkatlerini üzerine toplayarak, onların dilinden konuşarak ve eğlenceli bir şekilde üstelik gülünç duruma düşmeyi, dalga geçilmeyi de göze alarak korkusuzca bir kampanya yürütmüştü. Bizim modası geçtiğini düşündüğümüz taşra politikacılığının bu denli başarılı ve etkili olabilmesi, ses getirebilmesi genel toplumsal düzeyimizle ve ortalamamızla ilgiliydi. Tabii ki bunun yanında sabahın kör karanlığından, gecenin ilerleyen saatlerine kadar dokunmadığı insan, sıkmadığı el, tokatlamadığı yer kalmaması yani çalışkanlığı asıl belirleyici olandı.

Ya ömrünü Ülkücü Hareket’e adayan Cemal Enginyurt, eleştirileri nedeniyle AKP’den ihraç edilen Turhan Çömez veya Millî Görüş’ün yaşayan en eski temsilcilerinden olan Temel Karamollaoğlu ve partisinin gayret ve çalışmamalarından tek cümlede dahi bahsetmesek haksızlık olmaz mı?

Bütün bunlara rağmen kendine yakışan şekilde uzlaşmayı, nezaketi, sevgiyi, adaleti ve yakıcı sorunlara akılcı ve bilimsel olan yenilikçi ve cesur yaklaşımlarla çareyi fair playden ödün vermeden büyüten muhalefetin gücü seçimlerde iktidarı değiştirmeye yetmedi. Oysa kazanması gerekirdi. Hiçbir mazerete sığınamazdı, baştan adaletsiz ve zorlu süreci tartışmasız olarak gönüllü kabul etmişti. Bonus olarak yine seçim güvenliğini sağlamakta, sandıklara ve oylara sahip çıkmakta yetersiz kalmış, maalesef iyi niyetli olamayacak denli basiretsizliği bir kez daha göstermişti.




18. After Party

İktidar partisinin oranları başlangıç noktasına kadar gerilemişken ittifak ortaklarıyla birlikte yüzde elliyi yakalamış ancak hizmetleri nedeniyle mide bulandıran küçük bir etkisi bulunan dışarıdaki müttefikleri sayesinde mecliste yüzde elli dörtlük bir temsil hakkı elde etmişti. Muhalefeti temsil eden ittifakların meclis çoğunluğu oylarıyla orantılıydı.

Öte yandan her masada olmayı seven, biz içerdeyiz ama fikirlerimiz iktidarda sözünü şiar edinen ve gerçekte zerre önemsemedikleri insanların biraz da ilkel sayılabilecek temel hassasiyetlerine doğrudan hitap eden ve kendini milliyetçi olarak tanımlayan oyuncular en başından beri süreci her noktada ve ellerinden geldiğince sabote etmişti.

Yalnızca yüzde elli değil, ittifakının aldığı toplam oyun, çok az da olsa altında kalmasına karşın Reis, birinci turu Pirom’un önünde tamamlamış ve seçimleri ikinci tura taşımayı başarabilmişti. Millet İttifakı’nın diğer büyük bileşeni olan İYİP seçmenlerinin hatırı sayılır bir bölümü, iktidara çalışan ve muhalefete kaybettirmek için çıkan adayı desteklemişti. Aday da zaten ikinci turda Reis’in arkasında saf tutmuştu. Görevini yapmış, amacına ulaşmış, ikinci tur için de seçmeni muhalefetin adayından ve hatta sandıktan uzak tutmayı başarmıştı.

Karşımıza çıkan tabloda seçimler aracılığıyla rıza inşa ederek meşruiyetini kabul ettiren, tekelindeki sınırsız güçle kontrolsüz bir muktedir ve mutlak iradenin sahibi otoriter tek adam rejiminin son demlerinde yetişerek tıkanıklığı açan hayat öpücüğü ile birlikte her ne kadar artık sembolik olarak varlığını sürdürse ve işlevsizleşmiş de olsa halkın oylarıyla seçilmiş Can Atalay’ın hukuksuz şekilde rehin tutularak gönderilmediği, tarihin en sağcı ve en gerici parlamentosunu da gördük.




19. Kapıları

Şimdiki gibi değil hatta tam tersine her şey güllük gülistanlık, bolluk bereket, adalet ve özgürlük olsaydı dahi hiçbir iktidarın bu kadar uzun süre varlığını devam ettirebilmesi demokrasiyle açıklanamaz. Durmadan aynı kişilerin kendini onaylattığı yalandan bir formalitedir bu.

Kötü şeyler yapan iyi insanlar ve iyi şeyler yapan kötü insanlarız. Daima rasyonel kararlar alan, güdülenmiş mekanizmalar değiliz. Yaptığı hatalardan, sonucunda gördüğü zararlardan gereken dersleri çoğu zaman çıkaracak farkındalığımız da yok ve hepimiz hayatımızda gurur duymadığımız utanç verici şeyler yapmışızdır. Hakikat bu.

Yetişkinlerin yaptığı gibi tercihlerinin, kararlarının, edimlerinin ve tüm bunların sebep olduğu sonuçlarla yüzleşip sorumluluğunu almaktansa yansıtmayı, daima kurban edilecek bir günah keçisi bulmayı, bazen var bile olamayan sahte düşmanlar yaratmayı bilen; olan bitenden sürekli şikayet edip değiştirmek için en ufak bir sorumluluk almayıp kılını kıpırdatmayan ama eşsiz zihninde her şeyin en doğrusu ve iyisini bildiğini düşünen, kof özgüven ve cahil cesaretine sahip kişiler aslında başkaları değiller.

Temelde daha ziyade yetişkinlerin dünyasında mış gibi yaparak durumu kurtarmaya çalışan ve bu dünyada yaşamakta ısrar eden, mevcut durumu ezeli ve ebedi kabul ederek çok fazla ciddiye alan, oyun çağındaki çocuklarız. Çocukluk canlıların tamamlaması gereken doğal süreçlerden biriyken yetişkin dünyası dediğimiz şey ise oyunu ve amacı öldüren doğal olmayan, zararlı ve aykırı bir süreçti. Üstelik öğretici ve eğlenceli bir süreç olan oyun bittikten sonra kaldığın yerden devam edebilirken; üzücü, sıkıcı ve köreltici yaşam deneyiminden sonra kaçacak bir yer de yoktur, en baştan başlaması da tekrarı da.

Sonra kötü, çekilmez ve dayanılmaz bir hal de almış olsa içinde sürpriz barındırmayan, tahmin edilebilir, monoton, alışıldık, bilinen, güvensiz ve bekleyen belalarla başa çıkmak bile bilinmeyen maceralara atılmaktan daha güvende hissettirir. Bu nedenledir ki değişim arzusunun temel motivasyonu aslında kötü de olsa mevcudu koruyup sürdürmek isteyen değişim korkusuna hizmet eder.

Değişimse bizden, korkularımız, hayallerimiz ve ümitlerimizden bağımsız; karşı durmak, dışında kalmak istesek bile içinde olduğumuz bir zarurettir. Değişimin ne şekilde, hangi şartlarda, ne sürede ve nasıl tezahür edeceğini tercih edebiliriz belki kimi zaman fakat bu dansa ayak uyduramaz ve bir parçası olamazsak silinip gideriz.

O halde yalnızca sandığa sıkıştırılan ve seçimlerden ibaret olan, hiçbir karar alma ve uygulama süreçlerine doğrudan katılamadığımız, irade beyanında bulunamadığımız, barışçı yöntem ve etkinliklerle sokakta temel hak ve özgürlüklerimizi savunamadığımız, örgütlenemediğimiz, birbirimize tahammül göstererek kucaklaşmadığımız veya en azından düşmanlaşmadığımız, hiçbir kaygı ve çekince duymaksızın duygu ve düşüncelerimizi korkusuz ve özgürce dillendiremediğimiz, tartışmaya açamadığımız -belki de insanlara acayip, aşırı mantıklı gelecek, hoşlarına gidebilecek şeylerdir, ne kaybederiz- insanların kendini rahat ve açık bir şekilde ifade edemediği, yorum, görüş ve önerilerini paylaşamadığı, talepte bulunamadığı sadece aynı yüzlerin, aynı seslerin, aynı görünüş ve düşüncelerin, hal ve tavırların onaylatmak için belirli aralıklarla kendini dayattığı, yalan, iftira, baskı, tehdit, tecrit ve demagojinin egemen olduğu, hakikatin bir hükmünün olmadığı yerde nasıl ki özgürlükten, hür iradeden söz edilemezse hangi demokrasiden ve nasıl bahsedebiliriz ki?

Değişim için bir araya gelen alakasız, karşıt ve aynı düzlemde düşünülemeyecek aktörlerin çaresizce fakat cesaretle ellerindeki kısıtlı imkanlar dahilinde, güçlerini birleştirerek karşılarındaki sınırsız mutlak gücün dayattığı, boyun eğmeyi reddettikleri kaderlerini değiştirmek, iradelerini savunmak için giriştikleri mücadele, atıldıkları macera bana bir yerlerden tanıdık gelmişti aslında.

İçinde hayal kırıklığı ve ümit, güven, komplo, ihanet, tuzak ve dayanışma, hüsran ve mizah, şımarıklık ve türlü saçmalıklar barındıran, kötü oyunculuklar, mantık hataları ve on numara muhabbetleriyle dokundukları her şeyi ve herkesi mahveden, kurutan, yok eden, bunu düzeltebilirim diyerek çıktıkları yolculukların sonunda geri dönülemez şekilde tahrip eden, daha çok bozan ve her şeyi berbat eden kardeşlerin, on beş sezon süren maceralarını anlatan Supernatural isimli dizinin harika yazılmış sezonlarından biri gibiydi. Keşke sonu benzemeseydi. Sonunda ne cehennemin kapılarını kapatabildik ne de cennetin kapılarını çalabildik.

Her ne olursa olsun, muhalefetin tartışmasız, bile isteye, göz göre göre ve gönüllü kabul ettiği bu çetin, amansız ve adil olmayan yarışı, hepsini üst üste koyarak farklı bir şekilde kazanmış olması gerekirdi.